17 Ağustos 2007 Cuma

bloglu günler

ağustos ayının 14'ünde blog tutmada 1. yılımı doldurdum. tam bir yıldır yazıyordum.


şimdi bir virgül koyuyorum blog tutmaya.



,

13 Ağustos 2007 Pazartesi

Uzaklardaki Ülke Fatma Aliye (aklıma takılan sorular)

Dün hızımı alamayıp gece iki sularında “Fatma aliye” isimli kitabi nihayete erdirdim. Bitirdim bitirdim bitirmesine ama yüreğimde ince bir sızı, boğazımda yumruk oluverdi. Sabaha o sıkıntıyla uyandım. Bir dolu soru kaldı aklımda. Neden uzak ülke oldu yakınlarına? Neden yakınlaşmayı denemedi. Azıcık sevgi gösterse idi daha mı başka olurdu her şey?

Neden o çok iyi yetişmiş Osmanlı aydınlarının çocukları dağılıp çözülüverdi? Koca devlet dağılırken onlarda dağılıp gitti. Tevfik Fikret’in oğlu Amerika’ya gidip rahip oldu. Namık kemal’in torunu Amerika’ya gidip ülkesinden nasıl kaçtığını anlattı. Fatma Aliye’nin kızı Afrika’ya gidip Rahibe oldu.

Ya şimdi? Daha bir süre önce dershane öğretmeni olan arkadaşım antalmamış mıydı öğrencisi ile aralarında geçen konuşmayı? Kızın yaptıklarını anlatıp biliyor musun o kadar mükemmel ilgili bir anne babası var ki şaşarsın? Kısa süreli bir şok geçirmemiş miydim duyduklarım karşında? Sorun ne idi? mükemmel bir aile mükemmel şartlar.

Sorunsuz bir hayat, iyi şartlar zor mu geliyor insan oğluna? Sıkıntılar acılar mı adam ediyor bizi? Maddi imkanlar daha iyi olunca boşanmalar artıyor. ilgili aileler çocuklarının her isteğini yerine getirince o çocuklar dağılıp gidiyor. Hata nerde?

Aklımda binlerce soru. Az sonra gelir babam nöbetten. Konuşmalı uzun uzun bunları.
Sıkıntı dağ gibi yüreğimde…

12 Ağustos 2007 Pazar

Fatma Aliye- uzak ülke

Kaç zamandır Fatma Karabıyık Barbarosoğlu'nun “Fatma Aliye- uzak ülke” isimli kitabi elimde bir türlü fırsat bulup doya doya okuyamamıştım. Bugün elime aldım kitabi ve göz açıp kapayana kadar yarıladım bu hızla gidersem eğer bir- iki gün içinde bitireceğim.

Eserde, Osmanlı Devleti’nin ilk kadın roman yazarlarından biri olan Fatma Aliye’nin hayatı roman olarak okurlara sunuluyor. Yazar eseri kaleme alırken bazı kısımları hızlı bir şekilde geçmiş gibi. Olaylar arasında kopukluklar var. Osmanlı’nın son dönemiyle birlikte Fatma Aliye ile ilgili kişilerden de bahsetmiş fakat sanki biz hepsini biliyormuşuz gibi aktarmış. Bu nedenle okurken kalem elimde bilmediğim isimler geçtiğinde altını çiziyorum. Tabi bir açıdan iyi oluyor insanı araştırmaya teşvik etmiş oluyor fakat yinede kısada olda hiç bilmeyenler olabileceği düşünülüp bilgiler verilebilirdi.

Bunu dışında Fatma Aliye gerçekten merakları celp eden bir kadın. Öncelikle tarihle ilgili olanları bileceği bir isim olan ünlü 19.yy tarihçisi Cevdet paşa’nın kızı. Çok zeki olan Aliye, küçük yaşlara okuma yazmayı öğrenmiş. Yine Fransızca’yı da büyük oranda kendi gayreti ile bellemiş. İleriki yıllarda romanlar yazmış ve pek çok Fransız yazarın eserlerini tercüme etmiş.

Okurken o dönemin insanları, yaşayışı, ilişkileri hakkında malumat edinmek mümkün. Asıl ilginç gelen ise bir önceki kuşağın bir sonraki ile yaşadıkları problemler. Bundan bir asır öncesine bile gittiğimizde günümüzde tartışılan konuların çoğunun o dönemde de tartışılmakta olduğunu görüyoruz. Kadın-erkek ayrımı, kadınlara daha çok imkanların sağlanması ve eğitimden faydalanması, yada genç kuşağın daha modern yetişip büyükleri ile çatışmalar yaşamaları gibi. Yüzyıllar geçse bile insan, özellikleri değiştirmeden aynen muhafaza ediyor. Değişen tek şey teknoloji sanırım. Düşünceler sabit kalıyor.
Kitap daha bitmedi merak ediyorum acaba devamında neler olacak. Okumaya devam .
kitaptan ;
"şatafat, sahibinin güçsüzlüğünü ifşa eden oyuncaktır."

"Aşk bizi terbiye ederdi. Ne oldu da, biz aşkı nefsimizi terbiye eden bir basamak olmaktan çıkardık. "

11 Ağustos 2007 Cumartesi

dandik teknoloji (mimlenme)

Bloglarda bizim önceden sobeleme dediğimiz mimleme hadisesi baş göstermiş. Sevgili doğancan’da beni mimlemiş. Kendimize göre dandik olan ve hiçbir işe yaramayan teknolojik aletlerden veya olaylardan bahsetmemiz gerekiyormuş. Teknoloji ile pek içli dışlı olmadığım için biraz zorlandığımı itiraf etmeliyim. Şunlar geldi aklıma,

*WAP : Cep telefonlarında kullanılması gereken bir sistemdi fakat tamamen dandikti ve güven sorunu vardı.

* Mutfak robotu: ilk çıkanlar çok teferruatlı ve çok parçalı idi. Aldığınızda zaten yarısına hiç ihtiyaç bile duymazdınız. Çok fazla yer kaplardı.

* Merdaneli çamaşır makinesi: bundan daha berbat bir teknolojik alet bilmiyorum. Güya elde yıkanmasın çamaşırlar diye icat edilmiş ama bin kat daha külfetli idi. Çok şükür artık hayatımızda yok.


gelelim mimlediklerime. başak, mavi ve portakal birde yeldeğirmenlerinekarşı.

10 Ağustos 2007 Cuma

şal sorunu


Pek çok hemcinsim gibi ben de ne zaman, kızgın ve sinirli olsam ilk yaptığım iş alış- veriş yapmaktır. Bu konuda çokça söylenebilecek söz var tabi… Hem sinirlisin hem de neden para harcıyorsun diye.

Öyle işte…

Son zamanlarda dikkat ettim de ne zaman alış verişe çıksam hep aynı türden aksesuar alıyorum.

ŞAL…

Bir dolu bir birinden güzel şalım olduğu gibi nereden ucuza alırım onu bile belirledim. En yenisi nerden en değişiği nerden en ucuzu nerden alınır hepsini öğrendim. Yalnız bir sorun var.

Ben hiç şal kullanmam ki

7 Ağustos 2007 Salı

haftasonu gezisi

Radyo 4’te bir türkü;
“bir kara gözlüye aybalam tutulup yanmışam
öldürdü beni , öldürdü beni
o ceylan o ceylan balam
öldürdü beni”….


Hala yorgunluk geçmedi, kaç günün uykusuzluğu var. Gezmek iyi de yorgunluk arta kalanı. Gittiğim yerler gördüklerim hayal gibi. yolculuk, seyahat adete arınma. Zaten o yüzden bu kadar çok severim ya yol filmlerini. Belkide ben gezmekten ziyade yolculuk kısmını daha çok seviyorum.
Feribot kuyruğu, beş kız çıktığımız yolculuğun hafif tedirginliği, gün batımı, gece karanlığında yol almak ve menzile ulaşmanın sevinci. Sıla-i rahim. Eş, dost en çokta akraba. Aynı kanın sıcaklığı.
Bursa’da idim geçtiğimiz hafta sonu. Düğün için gidip daha çok gezmekle vakit geçirdik.nerelere gitmedik ki? Cumalıkızık, Saitabat şelalesi, Mudanya, Zeytinbağı ( bilinen ismiyle Trilye)….

Cuma gecesi vardık beş şehirden biri olan Bursa’ya. Ertesi gün kahvaltı için Cumalıkızık’a doğru yol aldık. Hazırlanan nefis kahvaltı sofrasında sedirlerimize kurulduk. Semaverde gelen çayın eşliğinde tereyağlı köy ekmeklerimizi yiyip, çemenin tadına baktık. Dostlarla karşılaştık. İçtiğimiz çay böylece daha da bi lezzetlendi. Köyü turuna çıktık. Eski bir kapıdan başka bambaşka aleme girmiş gibi şaşkınlıkla etrafımıza bakındık. Osmanlının en eski köylerinden birinde geçmişin izlerine tanık olduk. Gördüğümüz her sokak geçtiğimiz her ev, bastığımız her taş asırlar evvelinin bir kitabını okumak gibiydi.
Akşama doğru önce eve uğrayıp, düğünlüklerimizi giydik ardından salona gittik. Tulum eşliğinde horon. Başka hiçbir çalgı böyle coşturmuyor beni. Uzun yıllardır görülmeyen tanıdıklar. Hoş beş, nasılsın iyi misinler…
“-çok değişmişin Neslihan” “-yok aynıyım aslında” (yaşlanıyorum ya hani belki ondandır değişiklik….)





Ertesi gün. Yine güzel bir kahvaltı ama bu kez evde. Bavulların hazırlığı, yola çıkış. Yine beş kız bir arabada, yollarda. Önce Bursa’nın ilçesi Kestel yakınlarında ki saitabat şelalesi. Bunaltan nem. Ormanın yeşilliği. Karadenizliliğin değişmeyen özlemi yemyeşil dağlar. Derin bir nefes….
Mudanya’ya kıvrılan yollar. “Ablanın Yeri’nde” yenen enfes çupra… Kolay kolay unutulmayacak dimağlarda kalan bir tat.

Karın tokluğu ile Trilye’ye hareket. Aman Allah’ın ne sevimli bir belde burası. Zeytin yağı dükkanları, kiliseden çevirme Fatih cami, eski Rum evleri, denize çıkan yollar.... Ama vakit dar akşam olmak üzere. Yollara düşmeli yine. Düşmeli ki feribot kuyruğuna girmeli.

Yarı uykulu İstanbul’a varış.
Bitti mi rüya? Uyandık mı ?
Hiç biter mi İstanbul’un kendisi ayrı bir rüya değil mi?

1 Ağustos 2007 Çarşamba

Edward Hopper (yanlızların ressamı)




Bu haftanın K dergisinde Asuman Kafaoğlu-Büke’nin kaleme aldığı yazı Edward Hopper ile ilgili. Kafaoğlu, yalnız bir kadının resmedildiği Hopper tablosu hakkında analiz sunar kaarilerine. Tablonun ismi “Otel odası” dır. Küçük bir otel odasında kıyafetlerini çıkartmış olan bir kadın yatağa oturmuş elindeki kağıdı okumaktadır. Bir yanlızlık vardır lakin bu işte. Resme baktıkça hayalimizde canlandırız genç kadını. Zaten umutsuzluğunu, terk edilmişliğini fark edip ürpeririz bir anda. Kafaoğlu yazısında, genç kadının elinde sevgilisinin ayrılık mektubunu tuttuğuna, başka şehirden onun için gelmiş olmasına karşın terk edilmiş olduğuna dair bir hikayenin zihninde belirdiğini ifade eder.


Okuduğum yazının ardından Ressam Edward Hopper hakkında biraz daha bilgi edinmek istedim. Yaptığım küçük bir araştırmaya göre 1882 doğumlu Amerikalı bir ressam. Aslında eserlerinin büyük çoğunluğu bizlere aşina. Kitap kapaklarında çeşitli mekanlarda poster olarak gördüklerimiz arasında. Bir gün neden resim yaptığı sorulduğunda “Eğer kelimelerle anlatabilseydim,resim yapmak için sebep kalmazdı.” cevabını vermiş.
Eserlerinin konusunu genellikle şehir hayatı ve bu hayatın yalnız insanları oluşturuyor. Şehrin tüm karmaşası kalabalıklığı içinde yer alan insanların yüreğe dokunan yalnızlığı. Terk edilmişlik hissi. Her bir tablo ayrı bir hikaye aslında. Uzun uzun inceleyip acıklı hikayeler yazmak mümkün.